Salı

The Beatles Hakkında Bilmediğiniz 20 Şey


1 – İnanması güç ama daha hala yayınlanmamış Beatles şarkıları var. Bunlardan en bilinenleri; Carnival Of Light (5 Ocak 1967’de kaydedilen deneysel bir şarkı) ve 27 dakikalık doğaçlama bir Helter Skelter kaydı. Ayrıca, bir John Lennon bestesi olan ve 90’ların başında, geriye kalan 3 Beatles üyesi tarafından Anthology’den önce üzerine çalışılan, Grow Old with Me’de yayınlanmamış Beatles kayıtları arasında bulunuyor.

2 – The Beatles üyeleri (en azından yarısı) Rolling Stones’la da çalıştı. Lennon ve Paul McCartney, 1967 yılında yayınladıkları We Love You single’ları için Rolling Stones’a geri vokalde eşlik etmişti.

3 – Lennon ve McCartney; Beatles için yazdıkları yüzlerce şarkının yanı sıra, The Dakotas (From a Window), The Strangers (One and One is Two), Cilla Black (Step Inside Love ve It’s For You) ve Peter and Gordon (Woman) için de şarkılar yazmıştı.

4 – Beatles’ın üçüncü stüdyo albümü A Hard Day’s Night Lennon ve McCartney bestelerinin yer aldığı ilk albümdü. 

5 – McCartney’nin ilk ismi Paul değil James’ti. Lennon ise Winston olan göbek adını 1969 senesinde, Yoko ile evlendikten sonra, Ono olarak değiştirmişti. 

6 – Strawberry Fields Forever’ın sonunda, Lennon’ın “I Buried Paul” gibi tam anlaşılmayan bir şeyler mırıldandığı duyuluyor. Bu dedikleri zamanında Paul McCartney hakkında çıkan öldü dedikodularını da güçlendirmişti. Oysa ki Lennon burada “cranberry sauce” (kızılcık sosu) diyor. 

7 – The Beatles’ın kredisinde bir başka kişinin isminin yer aldığı tek single’ı Get Back/Don’t Let Me Down’dı (Kredisinde Billy Preston yer alıyordu). Preston, grupta yükselmekte olan tansiyonu dindirmesi için George Harrisson tarafından kiralanmıştı. Preston her iki şarkıda da Hammond orgu çalıyordu. 

8 - Sgt Pepper's Lonely Hearts Club Band yayınlandıktan 2 gün sonra Jimi Hendrix, Londra Savillie Theatre’da verdiği konserini albümle aynı adı taşıyan şarkıyla açmıştı. 

9 - Strawberry Fields Forever’ın sonu, iki farklı nota ve hız kullanılarak, iki farklı şekilde bitirilmişti ama yine de John Lennon’ı tatmin etmemişti.

10 – Lennon ve Harrison’ın birlikte yazdığı tek şarkı, 1961 senesine ait enstrümantal bir kayıt olan Cry for Shadow’du. Dört elemana da ait olan sadece 2 şarkı vardır. Flying ve Dig It.

11 – BBC, bazı Beatles şarkılarının radyolarında çalınmasını yasaklamıştı - I Am the Walrus (‘kadın iç çamaşırı’ lafı kullanıldığı için), Fixing a Hole, Lucy in the Sky with Diamonds ve A Day in the Life (keyif verici maddeye özendirdiği için) yasaklanan Beatles şarkılarıydı.

12 – Sonradan Help! olarak vizyona girecek Beatles filminin adı, çekimler devam ederken Eight Arms to Hold You olarak düşünülmüştü.

13 – John Lennon; Sgt Pepper’ın albüm kapağı için, Adolf Hitler, Mahatma Gandhi ve İsa’nın silüetleri kullanmayı düşünüyordu. Fakat sonradan vazgeçtiler. 

14 – Beatles’tan ilk ayrılan aslında Ringo Starr’dı. Sanatçı, 1968’de White Album’ün hırçın geçen kayıtları sırasında gruptan ayrılmaya karar vermişti. Kayıtlar sırasında diğer Beatles elemanları sırayla davulun başına geçip bazı şarkıların kayıtlarını tamamlamışlardı. Starr geri dönmeye karar verdiğinde davulunun üstünü çiçeklerle kaplanmış olarak bulacaktı.

15 – Eric Clapton 1979’da Patti Boyd’la evlenmeye karar verdiğinde, Beatles da neredeyse tekrar bir araya geliyordu. Törende; McCartney, Harrison ve Starr sahneye çıkıp şarkı söylemiş, Lennon ise törene bile gelmemişti.

16 – Lennon ve McCartney son olarak, 1974 senesinde Los Angeles’taki Hit Factory’de sahneye birlikte çıkmışlardı. Muhtemelen keyif verici madde yüzünden oldukça derin ve uzun geçen bu konserde Stevie Wonder ve Harry Nilsson’da vardı. Oldukça kötü bir kayda sahip olan bu konserin bootleg’i A Toot And A Snore In 74 adıyla bulunabilir. 

17 – Lennon’ın da McCartney’nin de, India adında ve hiç bir zaman yayınlanmamış 2 farklı şarkısı bulunmaktadır. 

18 – Lennon’ın yazdığı ilk şarkı Hello Little Girl, McCartney'nin yazdığı ilk şarkı ise I Lost My Little Girl’dü.

19 – Zamanında Chuck Berry’nin yayıncısı Lennon’a karşı dava açmıştı. Davanın sebebi, Lennon’ın Come Together şarkısıyla Berry’nin You Can’t Catch Me şarkısı arasında gördükleri benzerlikti. Olay mahkeme dışında halloldu. George Harrison’da solo şarkılarından My Sweet Lord’da benzer bir olay yaşamıştı. Fakat Chiffon’ın He’s So Fine şarkısına karşı davayı kaybetmişti.

20 – Lennon’ın bir sayı olarak 9’la olan ilişkisi: Lennon 9 Ekim 1940’da doğdu. Oğlu Sean da yine 9 Ekim doğumlu (1975). Sanatçı kendi albümü için #9 Dream’i (Lennon’ın dokuzuncu stüdyo albümü Walls and Bridges’la birlikte piyasaya çıktı, 1974’ün dokuzuncu ayında yayınlandı ve Amerika listelerinde 9 numaraya kadar yükseldi) ve Beatles için One After 909 ve Revolution 9 şarkılarını yazdı. New York’ta 72. caddede, 72 numarada oturuyordu ve 8 Aralık gecesi vuruldu. O vurulduğunda, doğum yeri olan Liverpool’da tarih artık 9 Aralık olmuştu.

Perşembe

Martin Mcfly'ın Ayakkabıları


1985 yılında çekilen Geleceğe Dönüş serisinin ikinci filminde Martin McFly, bulunduğu zaman diliminden 2015 yılına gitmiş, ayağına giydiği Nike marka ayakkabısıyla dikkat çekmişti. Zira ayakkabının bağcıkları kendi kendine bağlanıyor, ayak ölçüsüne göre boyutunu değiştirebiliyordu. 25 sene sonra gelen bir haber ise, bu teknolojik ayakkabının hayal olarak kalmayacağını gösterdi. 

Nike, Geleceğe Dönüş'te ilk kez karşımıza çıkan bu ayakkabı için 25 yıl aradan sonra patent başvurusunda bulundu. Eğer bir aksilik olmazsa, filme göre 2015 yılına damgasını vuran bu ayakkabıları gerçekten de bu tarihte, hatta bu tarihten önce görebileceğiz.

Haberin linki; burada

Filmin sahnesi; burada

Ufuk Bayraktar


zeki demirkubuz ustanın ocağından yetişme bir oyuncu. lakin kader filmindeki rolünden sonra işi çok zor. o rolü daha ileriye goturebilceği bir oyunculuk sergileyecegi filmi zannımca gene zeki usta çekebilir. son bikaç filminde nasıl şener şen,yavuz turgul filmlerinden başka filmlerde rol almıyorsa; bu genç arkadaşta zeki ustanın ocağından şaşmamalıdır kanımca. Zaten arkadaşın kendisi de ben bir hıyardım Zeki benden cacık yaptı diye beyanda bulunmuştur. Usta ile tanışma hikayeleri ise şöyle ceyeran etmektedir;

2002'nin son günlerinde bir akşam. İstanbul Cihangir'deki meşhur Firuzağa Kahvesi'nde biri var, tek başına oturan sakallı bir adam. Kahvenin sahibinin oğlu Ufuk'un gözü adamda. Aklı ise "Bak ben seni nasıl getirtiyorum buraya" diyen başçavuşunda. Sakallı adam "Bakar mısın, seninle bir şey konuşmak istiyorum" deyince irkiliyor: "Birkaç gündür seni izliyorum.""Hava değişimi"nin ardından askerliğin son kalan bir hafta on gününü birliğe dönmeden geçirmeye çalışan Ufuk, "Hah, beni almaya geldiler" diyor içinden. "Pardon abi, hemen geliyorum" deyip içeri gidiyor. Tam montunu alıp usulca sıvışacakken ocakçı İzzet soruyor: "Sen nereden tanıyorsun Zeki Demirkubuz'u Ufuk?" Tanımıyor tabii ki... "Ünlü bir yönetmen o" deyince rahatlayıp masaya dönüyor: "Buyur abi, seni dinliyorum..."

Braveheart Turgay


Başbakan Erdoğan'ın ziyareti sırasında basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Turgay Demirel, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası finalinin 12 Eylül'de oynanacağını hatırlatarak, "İnşallah 12 Eylül'de çifte zafer" ifadesini kullanmıştı. Turgay Demirel'in bu gafını yoğun bir şekilde eleştiren birçok kesim, TBF Başkanı'nın derhal 'İstifa' etmesi gerektiğini savunmuştu.

Haberin linki; burada

Ah Turgay'ım vah Turgay'ım. Çocuklar canla başla oynuyorlar diye zaten sallantıda olan koltuğunu şimdilik kurtarmış görünüyordun ki böyle bir açıklama yapıverdin. Spordan Sorumlu Devlet Bakanlığı'nda mı gözün var? Yoksa cahil cesareti mi? Nereye çekersen çek olmuyor ne yazık ki.

Türkler Kokuyor mu?


25 Haziran İstanbul Konserinden sonra Alice in Chains grubu internet sayfalarından Türkiye'de terör korkusu yaşıyoruz demişlerdi hatırlarsanız. Yetmemiş üstüne bir de Konserlerinden sonra Türkler kokuyor diye açıklama yapmışlardı. Sonra gelen tepkiler üzerine aynı internet sayfalarına özür mesajları koymuşlardı. Özür mesajının içeriğinin aslında biz kokuyoruz olmasını beklemiyorduk tabii ama 2 ay sonrasında gelen benzer tepki noluyoruz lan dedirtti hakkaten;




Ülkemizde Düzenlenen Avrupa Basketbol Şampiyonası için ülkemizde bulunan ABD Takımı oyuncusu Danny Granger türklerden başlayıp genele yayarak Avrupalılar ter kokuyor deodorant nedir bilmiyorlar tipinde bir açıklamada bulundu. Avrupalıları bilmem ama şimdi 2 ay içerisinde üst üste gelen bu açıklamalardan sonra düşünülmesi gereken birşey var; Biz kokuyoruz sanırım evet. 

Açıklamaları yapan insanlara pis satanist veya pis zenci siz kendinize bakın diye çemkire  bilirsiniz pek tabii. Bu tip açıklamaları savunduğumuzdan da değil pek tabii. Lakin, deodorant-parfüm olayı ülkemizde nasıl algılanıyor hakkaten bir araştırma konusu olabilir zannımca. Yıllarca gül suları-tütün ve limon kolonyaları vardı bu ülkede. Tütün kolonyası denilen zımbırtı, national geographicte  köpek eğitiminde yanlış birşey yaptığında koklatılacak bir numaralı hadise olarak gösteriliyor olabilirdi. Çok yıkanıyor mu türk insanı bu da bambaşka araştırma konusu olabilir hakkaten. Annemin küçükken kış aylarında pazar-çarşamba yıkanma günleri koyduğunu hatırlıyorum. Haftada 2ye tekabül ediyor. Bire düştüğü olurdu ama üçe çıkmazdı asla. Çocuk bu hasta olur soğukta yıkanırsa. Bunun genel bir anlayış olduğu kanaatindeyim zaten. Çocukluğunda bu zihniyetle yetişen insanlar zaten yıkanma alışkanlığını da kaybediyor. İlginç bir şekilde yaz aylarında kendimi hergün bazen günde iki bile olan duşun altında buluyorum. Peki ya kış ayları? Yok arkadaş sistem aynen devam. Haftada iki bazen bire düşüyor. Asla üçe çıkmıyor. Lan bir insan hergün yıkanmalı evet de olmuyor arkadaş. Soğuk buralar. Ter kokarız biz. İyi insanlarızdır ama.

Charles Haddon


İngiliz grup Ou Est Le Swimming Pool'un elemanlarından Charles Haddon, geçtiğimiz Cuma Belçika'da gerçekleşen Pukkelpop festivalinde verdikleri konserde hayatını kaybetti.

Haddon, Ou Est Le Swimming Pool'un son konserini telekominikasyon direklerini tırmanıp, korku içinde kendisini izleyen seyircinin gözü önünde aşağıya atlayarak bitirdi. 

Myspace sayfalarında grup üyeleri arkadaşları Haddon'ı kaybetmenin üzüntüsü içinde olduklarını yazdı.

haber linki için; buraya

Benim anlamadığım şey hayranlarının ne kadar üzüntülü oldukları. Bence üzüntü konusu adamımızın intiharından öteye keşke ben de olay sırasında o konserde olabilseydime dayanıyor. Tarihe tanıklık etmiş konserdekiler düşünsenize.


Çarşamba

True Romance


dennis hopperın sicilyalıların kökleri zencilere dayanır konusmasında karşışındaki adam kesinlikle joe pesci olmalıydı diye düşündürdü bana bu film. evet konuşma o kadar uzun sürmezdi kesinlikle joe 10 saniye sonra 25 şarjör mermi boşaltırdı eleman üzerinde, ama hoş olurdu be. bir de bayılarak yatarak kalkarak anırarak izledigim lock stock and two smokking barrelsfilminin bu filmden alıntılar yaptıgını görünce cok üzüldüm ama ben. evet birinin heryerinde kadın faktörü var digerinde yok ama çatışma çıktığı ortalığın vızır vızır kurşun kaynadığı yerden aradan sıyrılıp paçayı kurtarma olayını naapcaz be kardeşim. uzun uzadıya yazamayacağım. burdan duyar mı beni acaba? sen insan değilsin quentin.

The Fall


büyüleyici kelimesinin sinema şeritlerinde renk bulmasının karşılığı. tarsem singh'in bu filmdeki bağlantıları kurgulayan zekası ayrıca incelenmelidir.filmi izleyen david fincher yeterince ilgi görmemesinden dolayı filmin duyulması ve hak ettiği ilgiyi görmesi için kendi adını kefil koymuştur adeta filme.normalde bütün olay tarsem singh'indir davidle alakamız yoktur. çocuk oyunculara kıl olan nacizane bedenim bu filmdeki velete de "ayyy ne tatlı" veya "yaşına göre iyi onamış" gibi cümleler kuramamıştır. zaten boşverin veleti figüranlara bakın demektedir film.

Tango


arjantin'in milli dansıdır bildiğimiz üzere. tek cümleyle yazarken açıklaması kolay gibi gözükse de içinde envai çeşit anlam barındırır bu dans. kelimemiz latince kökenli olup,dokunmak manasına gelmektedir. dünya üzerindeki en seksi dans olarak da nitelendirir kimileri. ritmler sayesinde kendi aşkınızı tutkunuzu yansıtır ve karşı taraftan cevap beklersiniz. dansı icra eden kişiler arasındaki tutku-his oranları dansa direk olarak yansımaktadır. bu tutku-aşk-heyecan karmaşasının içinde öfke-sinir-nefret de arz edilir aynı zamanda. kısacası aşkın dansıdır kendileri. kimileri için herzaman seyrederken ağzı açık hayran bir şekilde izlenesi,kimileri için kız arkadaşının zorla tango kursuna yazılalım diye tutturması sonucu için ne işim var tangoda lan benim ibaresi,kimileri için al pacino'nun kadın kokusu. dedik ya efendim. aşkın dansıdır kendileri.

Tabutta Rövaşata


derviş zaim'in 1996 yılında çektiği, başrollerini ahmet uğurlu ve tuncay kurtiz'in oynadığı seyirciyi ağlatmama desturuna uyan hepimizin filmi. filmin gösterime girmesinin hemen ardından hayatını kaybeden ayşen aydemir'i de unutmamak lazım tabi. filmin başrol oyuncularına bir de tavus kuşlarını da ekleyebiliriz.

film gerçekten de rumeli hisarı civarında seyir eden karakterlerden canlanarak çekilmiştir. gerçekten de hisarüstü'nde mahsun karakteri gibi envai çeşit araba hırsızlığından içeri giren, sürekli karakolda karıştığı olaylardan dolayı dayak yiyen deli bir karakter bulunmaktadır. gerçek karakter arabaları neden çalar bilemem, film içerisinde mahsun arabaları çalıp parçalamak gibi olaylara girmez sadece sıcak bir yuva bulmaktır amacı. gece çaldığı arabaları da gündüz aynı yerine bırakır zaten. çaldığı arabaya evsiz arkadaşını davet etmesi veya arabayla çarptığı köpeği patronumun çarptı diye acil veterinere götürmesi, esrarkeş ama mahsun gibi kaybedenlerden olan ayşen aydemir'e aşık olması gibi unutamadığımız özellikleri de vardır bu karakterimizin. film içerisinde tuncay kurtiz balıkçı reis olarak karşımıza çıkmaktadır. filmin içerisindeki mahsun gibi evsiz olan sarı karakteri öldükten sonra,cenaze namazını imam kılarken mahsun-reis ve diğer 2 elemanın şarap ve kanyak içerek sarı'yı uğurlamaları aklımdan sanırım hiç çıkmayacak bir sahne olarak kalacaktır. hisar içindeki tavus kuşlarını veya filmin sonunda seslenen sosis reklamlarını söylemiyorum bile.

babazula, filme o kadar uygun müzikler yapmıştır ki filmin sonunda bilgisayarı kapatamaz veya sinemadan çıkamaz, müzikle beraber sadece ekrana bakar ve isimleri boş boş okursunuz.

Stranger Than Fiction


stay filminin de yönetmni olan marc forster'ın yönettiği ülkemizde 2006 yılında gösterime girmiş olan filmdir. ülkemizde "lütfen beni öldürme" gibi absurd bir adla çevrilerek gösterime girmiştir kendileri. film genel olarak, izleyene hayatınız dramadan mı yoksa komedyadan mı ibaret sorusunu sordurtuyor. bunun yanında izleyenin hayatı bir romana konu olsaydı nasıl bir roman ortaya çıkardı sorusu da filmin sonunda izleyenin aklına takılıyor. berbat ve rutin bir hayatı yaşayan insanın öleceğini öğrendikten sonra kafasına birşeylerin dank etmesi ve hayat çok güzel her saniyenin tadını çıkartalım klişesi çok basit kaçmış filmin özünün kalitesine göre. film boyunca saat ögesinin vurgulanması da zaten saniyelerin bile insan hayatında önemi var tadını çıkarın ey dostlardan süre geliyor. hayatımız bir roman olsaydı nasıl olurdudan yola çıkarak yazılan bir senaryoya kesinlikle şapka çıkarıyorum. ek olarak film içerisindeki, karakterin romanının ne tür olduğunu arastirması, yazarını bulması ve bir romanın temel kuramlarının aktarımı da şapka çıkarılacak ögeler. ama bu anafikrin hayat güzel çiçekler böcekler pötürcükler tadını çıkarın kıvamında anlatılması, ana fikrin yanında çok çok basit kaçmış bu filmde. filmi izleyenlerin üzerinde genel olarak gitar ve kurabiye sahneleri etki bırakmaktadır kanısındayım. bendeyse hatun kişinin(maggie gyllenhaal) dövmeleri kurabiyeden daha çok etki bırakmıştır açıkcası. yani özetle iyi bir film gayet izlenebilir ama söylediğimiz gibi senaryonun üzerine oturtulduğu ana fikir bence çok yüzeysel geçilmiş.

Serie A


bu ligdeki herhangi bir defans oyuncusunun türkiye liginin her takımında gözü kapalı oynayabilecegi kanaatindeyim. defans mantalitesi-şike davaları ve olimpiyat stadları gibi büyük eski stadlar yüzünden futbolun show kısmı yönünden ingiltere liginin her daim gerisinde kalmıştır. a.c.milan'ın ronaldinho-beckham gibi oyuncuları transfer etmesinin altında yatan asıl neden budur.

Ron Asheton


the stooges gitaristi arkadaş 6 ocak tarihinde evinde ölü bulunmuştur. grubun öldürücü rifflerinin yaratıcısı olarak tanımlanan bu şahsiyet için iggy pop "en yakın arkadaşımı kaybettim" demiştir.ne diyelim allah gani gani rahmet eylesin.

Roman Polanski


repulsionrosemary's baby ve the tenant polanskinin apartman üçlemesini oluşturur. bu filmlerden the tenant ayrıcalıklı bir yere sahiptir.bahsedilene göre polanski the tenant filminde kendi hayatından kesitlere bolca yer vermiştir. genel olarak sinemasına dönersek polanski insanı geren filmler yapar. germekten kastım gerilim aksiyon macera hede hödö değildir. bireyin karmaşıklığını şizofren edasıyla karsınıza cıkarır,ama aslında insan olmanın getirdiği ruhsal cokuntulerdir onlar. çekim detayı olarak derinlik ögesine cok takılır bu arkadasımız. genel olarak filmlerinde karakter ve cevre objeleri küçülür büyür odak kayması gibi hadiseler olur.zaten kendi iç dünyasının boktanlıgını belki de filmde bulan,derin düşüncelere kapılan izleyici bir de çekimlerle derinlik ögesine kapılınca sonsuzun içindeki nokta olarak kalır öyle de ölür.

Radyo Eksen


ankara'da ikamet eden bilumum insanın radyo odtu vasıtası ile koftiden radyo eksen kültürü ile yaşamalarını bir kenara bırakacak olursak, kendilerine internet üzerinden takip etmelerini şiddetle tavsiye etmekteyim.

modern zamanın post modern sesi olarak kendilerini tasvir etmekteler ama türkiye'de henüz sesini duyurmamış müzisyenlerin parçaları yanında klasik olmuş parçaları da sürekli rotasyon yapıp bize dinletip anılarımızı da taze tutmaktalar. sanırım modern zamanın post modern modern sesi ile anlatmak istedikleri de tamamen bundan ibaret.

istanbul trafiğinde sıkışıp kalmış bilumum sinir krizi geçiren insanların sakinleşmelerine de yardımcı olması vasıtası ile doktor tavsiyesi de vardır efendim bu radyo istasyonunun.

Primal Fear


richard gereden haz etmeyen izleyici için herzamanki gere filminden öteye gidememiş bir oyunculuk var karşımızda. edward norton iyidir candır diyen için ilk fimine bakın adam iyi diye referans gösterilebilen filmdir. filme gelecek olursak savunmasını duruşmasının ortasında delilik kuramı üzerine çevirmek istemeyip bunu karşı tarafa yaptırtabilen suçluların avukatı martin vail hukuk fakültesi öğrencilerine ders vermiştir. filmin kurgusunda bazı aksaklıklar olsa da sonu ile izleyiciyi mutlu etmiştir. ama izledikten sonra e biz bunu görmüştük hem de babasından kevin spaceyden usual suspects filmi ile. 

Parliament Pazar Gecesi Sineması


80li yıllarda cocuklugu geçmiş neredeyse her insanın pazar gecesi tutkusu. tek yan etkisi vardır o yıllarda izlediginiz filmi anlamazsınız ama belli başlı şeyler hafızanıza yerleşir.sonra tekrar izlediginizde lan bi yerden hatırlıyorum ben bunu sanki dersiniz film boyu.

Otobüs


tunç okan imzalı,1974 yapımı kült film. aslında kült klasörüne değil de klasikler klasörüne katmamız gerekmektedir bu filmi. ne var ki film aldığı onca ödüle rağmen türk insanı üzerinde gerekli ilgiyi uyandırmamıştır. bunda tabi avrupa'da yaşayan türklerin sorunlarıyla çok ilgili olmamak yatıyor olabilir. popülarizmin her yeri kemirmesinden dolayı fatih akın filmlerinden sonra insanların avrupa'da yaşayan türklerin sorunlarına değinen başka filmlere yönelmemesi de olabilir. bir de tabi böyle filmlerde türklerin ezildiğini anlatıyorlar izlemem ben gibi milliyetçi(k) yaklaşanlar da var. izlemeyin aferin,o zaman ezmezler ordaki türkleri,daha iyi savunursunuz hakkınızı.


film türkiye'den yola çıkmış 9 yurdum insanının bir üçkağıtçı tarafından kandırılması ve stockholm'un göbeğinde bir meydanda otobüsle beraber bırakılması etrafında dönüyor. önce tuncay kurtiz donarak ölüyor,sonra tunç okan peep show denen zımbırtıya bir şekilde dahil oluyor ve orda çıldırıyor en sonunda dövülerek öldürülüyor. kalan 7 yurdum insanı en sonunda polise yakalanıyorlar vs. vs. vs. aslında izledikten sonra olaylara baktığınızda, benim de anlatımımdan anladığınız gibi, çok basit ve yalın bir hikaye gelin görünki seçilen müthiş karakterler ve çoklu kurgu sayesinde olağanüstü bir anlatımla aktarılıyor. şahsen ben polisin otobüse bindikten sonra 7 yurdum insanına; "kimsiniz,nerelisiniz?" derken ki yurdum insanının yüz ifadesine hayran kaldım.

ayrıca filmin içindeki,metronun tuvaletine kaçak girdikten sonra otobüse dönüp zulalarında kalan son yemeklerini yemeleri trt gösteriminde "sağlıksız yemek yemeyi özendiriyor" gerekçesi ile sansürlenmiştir.

tunç okan hakkında bu filmden önce çok bilgim olmamasına rağmen, ilk yönetmenlik denemesi otobüs filmini izledikten sonra kim bu adam diye şöyle bir göz gezdirince; karşıma avrupanın yılmaz güney'i çıkıverdi. imdb'de "fikrimin ince gülü" diye geçen ama hepimizin bildiği "sarı mercedes" filminin de yönetmenliği yapmıştır kendileri. otobüs filminde kendi oynadığı sahneleri ve büyük usta tuncay kurtiz'in oyunculuğunu ön plana sürüp reklam yapmak yerine tanınmamış karakterlerin ifadeleri ile filmin vurucu noktalarını sağlaması özellikle takdiri hak etmektedir.

otobüs filminin aldığı ödüllerle noktalayalım izninizle:

1975 sicilya taormina film festivali
altin charybe buyuk odulu
1975 karloyv vary festivali
uluslararasi sanat,edebiyat ve sinema odulu
dunya sinema kulupleri federasyonu don kişot odulu
1975 strazbourg uluslararasi insan hakları film festivali ozel odulu
1975 portekiz santarem festivali
sinema elestirmenleri ozel odulu -buyuk odulu

No Country For Old Men


senaryonun dayandığı temeller çok sağlam olmasına rağmen aktarımda sıkıntılar yaşamıştır coen biraderler. sugar pardon chigurh karakteri coenlerin karakter seçimlerindeki basarısını bir kez daha kanıtlamıştır. hem ismine hem western tarzına bakıcak olursak ben filmin sonuna essek kadar the end yazmalarını beklerdim.

Salı

Les Choristes


christopher barratier'in yönettiği müziklerini bruno coulais'in yaptığı, çok basit ve alışık olduğumuz bir hikaye üstüne kurgulanmış film. fransa'da filmi 8 milyon insan izlemiştir. hababam sınıfı-billy elliot-ölü ozanlar derneği gibi okul temalı filmler arasında bana göre çoktan klasikler kısmında yerini almıştır.

hababamın kurgusunun benzeri hayta öğrenciler topluluğu ama buna zıt olarak mahmut hocanın tersi öyle öğrenciye böyle müdür denilen bir müdür. sonradan mahmut hoca rolünü üstlenen bir müzik hocası. tek farkı suç işleyene ceza vermek yerine arkadaşça yaklaşmak. mahmut hoca karakterinin daha çok ikiye bölünmüş hali gibi. cezayı veren müdür arkadaşça yaklaşan müzik hocası. filmin sonu da gayet filmin kalitesine yakışır güzellikte. adından da anlaşılacağı üzere müziklere değinmiyorum bile.

filmin başında 50li yaşlarda orkestra şefi oalrk karşımıza çıkan zamanın hayta öğrencisi,içindeki müzik yeteneğini keşfeden hocasını hatırlamayarak ayıp etmiştir. ne varki, bunalım bir çocukluk geçiren arkadaşlarına göre ufaklık kalan pepinot karakteri daha vefalı ve film içerisinde bana göre daha ağır yükün altından o boyuna ve yaşına rağmen kalkmıştır.

*filmin soundtrackinden bir kaç şarkıyı da candan erçetin seslendirmiştir. şahsım adına ben filmdeki küçük veletlerden dinlemeyi daha çok seviyorum. candan erçetin'e lafım yok ama süper yetenekli aşmış müzik kültürü var üstüne gs lisesi'nde hocalık gibi ulvi bi iş yapıyor. ama ben alışamadım fransızca şarkılarına. merak edenler şarkıları araştırıp bulabilirler pek tabi.

Lars Von Trier


dog ville , manderlay ,  avrupa , dear wendy gibi filmlerinin yönetmenidir. dalgaları aşmak diye turkceye cevrilmiş bir filmi vardır.o daha bir candır. doğallık ve sadelik üstüne kurar sinema anlayışını. filmlerinin ışık özellikleri ve steady cam çekimleri neredeyse tüm filmlerinin klasik özelliğidir. ukala bir adamdır. avrupa sineması benim gibi 3 tane isme sahip olsa hollywoodu çoktan sollamıştı gibi bir söylemi vardır. ukala insanları seven ben bile bu kadarına pes demektedir dogrusu. ha usta mıdır.evet ustadır.başarılıdır. dogma95i literatüre katmıştır.

Jiri Menzel






orta avrupa sinemasının bir başka çek yönetmenidir. hak ettiği değeri görememiştir inancındayım ne yazık ki. skrivanci na niti filmi öksedeki tarla kuşları adı altında istanbul uluslararası film festivalinde gösterilmiştir. o filmden önce tanımazdım etmezdim acıkcası bu şahsiyeti. bir yönetmen eseri ile kendini tanıtıyor zaten bizlere de mi sozluk.tanıyalım tanıtalım o zaman. closely watched trains filmi de klasiklerdendir. çek futbol stadlarında taraftarlar milos forman senin taşaklarını yesin diye tezahurat ederler kendilerine.mümkündür.

Jeux d'enfants


2003 yılında çekilmiş,bir başka fransız baş yapıtı. filmde anlatılan aşk hikayesi için, fransızların durgun romantizminden farklı, çarpık romantizmi anlatıyor diyebiliriz efendim. filmin sahnelerinde genel olarak amelie-la fille sur le pont filmlerine benzerlikler göze çarpmaktadır. ama fransız sineması denilen zımbırtı bu çekim özelliklerini temel aldığına göre,buna taklitçilik demek haksızlık olur sanırım.film bir arkadaşla her şeyin iddiasına girilir ama çimentonun içine girme iddiasına girilmez gibi bir söylemle başlıyor ve öyle noktalanıyor. daha doğrusu çimentonun içinde oyunu noktaladılar mı yaşlanana ve hatta yaşılık döneminde de oyuna devam mı ettiler seçimini size bırakıyor zannımca. ayrıca, ölümsüz aşk denilen şey bir arada mı yaşanır yoksa mesafedir aşkı ölümsüzleştiren paradoksuna çözüm veriyor sanırım bu film. gayet birbirlerine 4 sene-10 sene görüşmeme cezası veren çiftin arasındaki mesafe, aşkı ölümsüzleştiriyor. tabi unutmadan geçmeyelim filmin fragmanı-orjinal afişi(türkiyedeki değil ne yazık ki!)ve la vie en rose soundtracki de böyle bir aşk hikayesine cuk oturan tamamlayıcı ögeler olarak karşımıza çıkıyor.

efendim eklemek isterim ki, filmi beraber izlediğiniz kişiye dikkat ediniz. zira filmin sonunda aşık olduğunuzu zannedersiniz birbirinize, o derece sevgi dolarsınız. sanırım fransızlar bu durumu farketmişler ve de film içindeki şu sahneyle cevaplamışlardır:

-yıdırım aşkına inanır mısın?

-evet

-salaksın o zaman.

High Fidelity


cusack kardeşlerin yer aldığı, orjinal öykünün nick hornby'nin kitabına dayandığı kadın-erkek ilişkileri üzerine çekilmiş, olayın temelinin ne olduğunu anlatan filmlerde top5 listesine giren bir filmdir kendileri. filmde her ne kadar kadın erkek ilişkilerinden ziyade,erkeklerin ilişkilerde mantığı ne yönde çalışır, testesteron denilen hormon nasıl işler gibi şeyler görseniz de;gayet kadınların durumu da aktarılmaktadır. filmin içindeki hatun kişinin "senden iyi seks yapmıyordu ama yanımda senden daha iyi uyuyordu." cümlesi ve buna karşılık erkeğin sorun yokmuş gibi havalara uçması da bu olayı özetlemektedir bir yerde. erkeklerin hayatlarının her evresinde karşılaştığı hatunlardan etkilenme, bir nevi yat kalk durumu nereye kadar devam eder bunu da cevaplamaktadır filmimiz. zannımca izleyen her erkeğin beni anlatıyor lan bu diye etkilendiği bir sahne olmuştur.

bahsettiğimiz kadın-erkek ilişkileri teması, hayatının merkezine müziği koymuş tipler aracılığıyla o kadar güzel anlatılıyor ki filmin sonunda geçmiş-bugün-gelecek durumlarındaki aşk hayatınızı düşünmeye dalıyorsunuz. aynı zamanda müzik arşivinizi açıp güzel şarkılar dinlemeye başlarken buluyorsunuz kendinizi. (abartmıyorum efendim iki sonuç da kuvvetle muhtemeldir,güvenebilirsiniz)

başta kullandığım top5 gibi bir tasviri kullanmamın nedenini sanırım filmi izleyenler gayet açık anlayacaklardır.bu top5 listesi denilen listenin aslında geçmiş hayatımızın,anlık sorunlarımızın, anlık mutluluklarımızın kaynağını bulmada yardımcı olduğunu göstermiştir şahsen bana. zira filmi izledikten sonra genel bir kitlenin hayatlarındaki her zımbırtı için top5 listesi oluşturmaya başladığı da imdb efsaneleri arasında yer almaktadır.

filmin içindeki müziksel detaylara girecek olursak çıkamayacağız diye korkuyorum açıkcası. zira "hi-fi" nin tanımına bakanlar filmi görebilirler. bir kaset doldurmanın püf noktaları-bruce springsteen-albumleri anı sırasına göre dizmek-dükkandaki zencinin söylediği,bilgilisiniz diye milletin ağzına sıçıyorsunuz müzik konusunda sahnesi-sürekli müzik tartışmak-green day kimin özentisi sorusunun cevabı-barda oturma sahnesinin u2&bono ya gönderme olması-dükkanda çalınan belle&sebastian-rob'un giydiği yanni ve decibel tişörtleri vs. vs. vs.


Halloween


Amerikalıların bir nevi şeker bayramı diyebiliriz bu hadiseye. muhafazakar kesimler, paganlar vs. kutlanılmasına karşı çıkmaktadırlar. tabiki dünyanın her ülkesinde olduğu gibi,muhafazakar kesim tepki gösterip çarpılcaksınız allahsızlar dediğiyle kalır diğer kesimler içer-sevişir-dans eder-eğlenir. tabiki dünyanın her ülkesinde olduğu gibi böyle günlerde içmeyi-sevişmeyi-dans etmeyi-eğlenmeyi seçen o kesimler abarttığı için olay amacından sapıp ticari boyutlara girmektedir. pek tabi insanoğlu açgözlü ama salak değil(en azından bir kesimi). bu olaylar iyice ticariye döküldükten sonra popularitesini yitirmeye başlamıştır. mesela 5 yaşında bir velet artık yılbaşında camdan dışarı bakıp noel babayı ve onun hediyelerini beklememektedir. beklediği tek şey babasından alacağı yeni bilgisayar oyunu hediyesidir. veya artık 14 şubatda insanlar sevgilisine hediye aldığında sevgilisinin verdiği tepki çok salaksın ayrılalım olmaya başlamıştır.(bazıları hala hoşlanıyor bu olaydan)

her gördüğü şeyi ithal etmekte dünya birincisi ülkemizin son yıllarda yeni gözdesi halloween çok pardon cadılar bayramı olmuştur. kostümlü partiler o günde her yerleri süslemekte insanlar eğlenmektedir. türkiye'de ikamet eden insanlar kostümlerini amerikan tarzı seçmekte, yurt dışında ikamet edenler yeniçeri kostümleri kuşanmakta vs. vs. vs.

Gael Garcia Barnel


zannımca çok başarılı ithamı fazla olmaktadır bu şahıs için. yakısıklıdır taş gibidir ona lafımız yok ama oyunculuğunu değerlendirirken oynadıgı filmlere de bakmak lazım inancındayım.zira iyi bir oyuncu boktan bir senaryoyu alıp ucurabilecek kapasitedir.zira bu şahısa baktıgımda oynadıgı filmlerin hepsi buram buram kalite kokmaktadır. eşşeği baglasan o da oynardı zaten film kaliteli gibi bir anlam değil yüklemek istedigim.belki de çekemiyorum herifi.çok başarılı demeyin işte.

El Laberinto Del Fauno


guilermo del toro amcamızın 2006 yapımlı, ülkemizde 6 nisan 2007 tarihinde gösterime girmiş filmi. kendileri 6 dalda oscara aday gösterilmiştir ve 26. uluslararası istanbul film festivalinde headlistten girizgah yapmıştır.

film masal tadında başlıyor,devam ediyor ve noktalanıyor. bu masalın baş rol oyuncusu ise ufak bir kız(ofelia) . gelin görün ki; aslında hayal dünyası boyundan ve yaşından çok daha fazla bu ufak kızımızın. tabi bu cümleden çıkan filmde anlatılan herşey bir hayalden ibaret sonucuna sakın aldanmayın, çünkü film temel olarak anlatılanlardan hangisi gerçek seçimini size bırakıyor. burda tabi sevgi pötürcüğü bir insan olmakla, pesimist bir insan olmak hangi hikayeyi seçeceğinizi belirliyor.benim gibi fantastik olaylara zerre ilgi duymayan birisi bile filmdeki canavar görünümlü sevimli karaktere hayran kalabiliyorsa filmdeki görsellik hakkaten kaliteli boyutlardadır diyebiliriz. bizi ne ilgilendiyor senin fantastik olaylara ilgin derseniz, karşınızda az çok film izlemeyi seven,fantastik olayları okumayan izlemeyen,lord of the rings sevmeyen,ama bunlara rağmen bu filmi beğenmiş biri var cevabını vermeyi bir borç bilmekteyim efendim. tabi unutmamak gerekir kibu film asla bir fantastik film klasorüne katamayacağımız bir film. internette bazı sayfalarda çocuk filmi diye yorum yazanları ise,zihinsel sağlıkları açısından omega5 vitaminleri kullanmaya davet ediyorum.

filmin içeriğine dönecek olursak; ispanya'da franco zamanındaki iç savaş zamanı yaşanan olaylar ve hortlayan aşırı milliyetçi duygular,komutan karakteri aracılığı ile inceden inceden iğneleniyor. aynı anda, ufak kızımız ofelia ise kendi iç dünyası ile bir savaş içerisinde bulunmakta. bu iç savaş, ofelia'nın ben bir prensesmiyim yoksa sıradan hayatta sıradan bir veletmiyim çelişkisinin yanında, devasa masadan dayanamayıp yasak kirazı yemesi,annesinin hastalığını mistik yöntemle geçirmesi, dev kurbağa ile savaşı gibi del toro'nun ters açı ile süslediği çeşitli olaylarla aktarılıyor.

iyi sonla biten filmlere kıl olduğum için, masalın sonunda şöyle olmalıydı böyle olmalıydı diye halen kafa yormaktayım,buna rağmen genel olarak takdir ederek izlediğim bir filmdi. del toro böyle bir başarıdan sonra hellboy2 hüsranına nasıl uğradı hala anlayamıyorum orası ayrı konu tabiki. beraber çalıştığınız insanların önemi bir kez daha ortaya çıkıyor sanırım. javier nevarrete isimli şahsı bu filmden önce tanımamama rağmen, filmin enfes müzikleri sayesinde kendisine hayran kalmışımdır. filmin enfes afişinin ise kimin veya kimlerin elinden çıktığını ne yazık ki öğrenemedim bir türlü. ama del toro yanında, javier ve bu eleman(lar) da şukela'yı hak ediyorlar ziyadesiyle.

Delicatessen


jean pierre jeunet ve marc caro' nun ortaklaşa yönetmenliklerini paylaştıkları kült film. film içinde barındırdığı görsel-kurgusal-senaryo şölenleri ile beni benden almıştır. zaten film boyunca yönetmenin renk tonlamaları gözü yormadan kendinizi filmde aktarılan belli olmayan tarihte hissetmenizi sağlamaktadır. filmin içinde berbat bir kasabada berbat bir hayat sürmekte olan insanların hayatı o kadar hayat dolu bir şekilde anlatılmış ki en öküz insan bile; kötü gibi gözükebilirler ama aslında içlerinde birer iyi insan yatıyor, diye sevgi pötürcüğü hale gelebiliyor. tabiki bu sevgi pötürcüklüğünün içinde yaşadığınız koşul veya mekan ne olursa olsun değişebiliriz imalarını da unutmamak gerekir. ufacık çocuklar film boyunca yaşadıkları handa fırlamalık peşinde koşarken filmin sonunda han sular altında kaldığında damdaki müziğe eşlik etmeleri de bundan ibarettir zannımca.


film içinde envai çeşit intihar yöntemi denemesine rağmen bir türlü intiharı beceremeyen kadın kahkahalarla gülmeme neden olmuştur. kasabın körlük derecesinde görmeyen kızı başlı başına bir unsur olarak yaşam sürmekte filmde zaten. ayrıca kurbağaların-yatak yaylarının-su sesinin-doğal yollarla oluşturulan çellonun ritmleri de filmi izlerken istemsiz olarak vücudunuzun herhangi bir uzvuyla ritme katılmanıza sebep olmaktadır. en azından ben, izlerken kendimi iki elimin baş parmaklarını birbirine vururken yakaladım. fim boyunca oturup inekli kutu yaparken gördüğümüz kardeşlerin yönetmene isviçreye inceden giydirmesi fikrine şahsım adına ben de inananlardanım. troglodite kişilerinin de aynı şekilde amerika'ya giydirme çabası olduğunu belirtsem çok mu abartmış olurum acaba???

1991 yapımı olmasına rağmen bizim ülkemizde film festivallerinde halen toplist denilen yerde durması acaba bu filmin kalitesini kabul ettiğimizden mi yoksa biraz geriden takip ettiğimizden mi onu da merak etmeden duramıyorum tabiki.

sonuç itibariyle her yönüyle şukela bir filmdi.