Salı

Les Choristes


christopher barratier'in yönettiği müziklerini bruno coulais'in yaptığı, çok basit ve alışık olduğumuz bir hikaye üstüne kurgulanmış film. fransa'da filmi 8 milyon insan izlemiştir. hababam sınıfı-billy elliot-ölü ozanlar derneği gibi okul temalı filmler arasında bana göre çoktan klasikler kısmında yerini almıştır.

hababamın kurgusunun benzeri hayta öğrenciler topluluğu ama buna zıt olarak mahmut hocanın tersi öyle öğrenciye böyle müdür denilen bir müdür. sonradan mahmut hoca rolünü üstlenen bir müzik hocası. tek farkı suç işleyene ceza vermek yerine arkadaşça yaklaşmak. mahmut hoca karakterinin daha çok ikiye bölünmüş hali gibi. cezayı veren müdür arkadaşça yaklaşan müzik hocası. filmin sonu da gayet filmin kalitesine yakışır güzellikte. adından da anlaşılacağı üzere müziklere değinmiyorum bile.

filmin başında 50li yaşlarda orkestra şefi oalrk karşımıza çıkan zamanın hayta öğrencisi,içindeki müzik yeteneğini keşfeden hocasını hatırlamayarak ayıp etmiştir. ne varki, bunalım bir çocukluk geçiren arkadaşlarına göre ufaklık kalan pepinot karakteri daha vefalı ve film içerisinde bana göre daha ağır yükün altından o boyuna ve yaşına rağmen kalkmıştır.

*filmin soundtrackinden bir kaç şarkıyı da candan erçetin seslendirmiştir. şahsım adına ben filmdeki küçük veletlerden dinlemeyi daha çok seviyorum. candan erçetin'e lafım yok ama süper yetenekli aşmış müzik kültürü var üstüne gs lisesi'nde hocalık gibi ulvi bi iş yapıyor. ama ben alışamadım fransızca şarkılarına. merak edenler şarkıları araştırıp bulabilirler pek tabi.

Lars Von Trier


dog ville , manderlay ,  avrupa , dear wendy gibi filmlerinin yönetmenidir. dalgaları aşmak diye turkceye cevrilmiş bir filmi vardır.o daha bir candır. doğallık ve sadelik üstüne kurar sinema anlayışını. filmlerinin ışık özellikleri ve steady cam çekimleri neredeyse tüm filmlerinin klasik özelliğidir. ukala bir adamdır. avrupa sineması benim gibi 3 tane isme sahip olsa hollywoodu çoktan sollamıştı gibi bir söylemi vardır. ukala insanları seven ben bile bu kadarına pes demektedir dogrusu. ha usta mıdır.evet ustadır.başarılıdır. dogma95i literatüre katmıştır.

Jiri Menzel






orta avrupa sinemasının bir başka çek yönetmenidir. hak ettiği değeri görememiştir inancındayım ne yazık ki. skrivanci na niti filmi öksedeki tarla kuşları adı altında istanbul uluslararası film festivalinde gösterilmiştir. o filmden önce tanımazdım etmezdim acıkcası bu şahsiyeti. bir yönetmen eseri ile kendini tanıtıyor zaten bizlere de mi sozluk.tanıyalım tanıtalım o zaman. closely watched trains filmi de klasiklerdendir. çek futbol stadlarında taraftarlar milos forman senin taşaklarını yesin diye tezahurat ederler kendilerine.mümkündür.

Jeux d'enfants


2003 yılında çekilmiş,bir başka fransız baş yapıtı. filmde anlatılan aşk hikayesi için, fransızların durgun romantizminden farklı, çarpık romantizmi anlatıyor diyebiliriz efendim. filmin sahnelerinde genel olarak amelie-la fille sur le pont filmlerine benzerlikler göze çarpmaktadır. ama fransız sineması denilen zımbırtı bu çekim özelliklerini temel aldığına göre,buna taklitçilik demek haksızlık olur sanırım.film bir arkadaşla her şeyin iddiasına girilir ama çimentonun içine girme iddiasına girilmez gibi bir söylemle başlıyor ve öyle noktalanıyor. daha doğrusu çimentonun içinde oyunu noktaladılar mı yaşlanana ve hatta yaşılık döneminde de oyuna devam mı ettiler seçimini size bırakıyor zannımca. ayrıca, ölümsüz aşk denilen şey bir arada mı yaşanır yoksa mesafedir aşkı ölümsüzleştiren paradoksuna çözüm veriyor sanırım bu film. gayet birbirlerine 4 sene-10 sene görüşmeme cezası veren çiftin arasındaki mesafe, aşkı ölümsüzleştiriyor. tabi unutmadan geçmeyelim filmin fragmanı-orjinal afişi(türkiyedeki değil ne yazık ki!)ve la vie en rose soundtracki de böyle bir aşk hikayesine cuk oturan tamamlayıcı ögeler olarak karşımıza çıkıyor.

efendim eklemek isterim ki, filmi beraber izlediğiniz kişiye dikkat ediniz. zira filmin sonunda aşık olduğunuzu zannedersiniz birbirinize, o derece sevgi dolarsınız. sanırım fransızlar bu durumu farketmişler ve de film içindeki şu sahneyle cevaplamışlardır:

-yıdırım aşkına inanır mısın?

-evet

-salaksın o zaman.

High Fidelity


cusack kardeşlerin yer aldığı, orjinal öykünün nick hornby'nin kitabına dayandığı kadın-erkek ilişkileri üzerine çekilmiş, olayın temelinin ne olduğunu anlatan filmlerde top5 listesine giren bir filmdir kendileri. filmde her ne kadar kadın erkek ilişkilerinden ziyade,erkeklerin ilişkilerde mantığı ne yönde çalışır, testesteron denilen hormon nasıl işler gibi şeyler görseniz de;gayet kadınların durumu da aktarılmaktadır. filmin içindeki hatun kişinin "senden iyi seks yapmıyordu ama yanımda senden daha iyi uyuyordu." cümlesi ve buna karşılık erkeğin sorun yokmuş gibi havalara uçması da bu olayı özetlemektedir bir yerde. erkeklerin hayatlarının her evresinde karşılaştığı hatunlardan etkilenme, bir nevi yat kalk durumu nereye kadar devam eder bunu da cevaplamaktadır filmimiz. zannımca izleyen her erkeğin beni anlatıyor lan bu diye etkilendiği bir sahne olmuştur.

bahsettiğimiz kadın-erkek ilişkileri teması, hayatının merkezine müziği koymuş tipler aracılığıyla o kadar güzel anlatılıyor ki filmin sonunda geçmiş-bugün-gelecek durumlarındaki aşk hayatınızı düşünmeye dalıyorsunuz. aynı zamanda müzik arşivinizi açıp güzel şarkılar dinlemeye başlarken buluyorsunuz kendinizi. (abartmıyorum efendim iki sonuç da kuvvetle muhtemeldir,güvenebilirsiniz)

başta kullandığım top5 gibi bir tasviri kullanmamın nedenini sanırım filmi izleyenler gayet açık anlayacaklardır.bu top5 listesi denilen listenin aslında geçmiş hayatımızın,anlık sorunlarımızın, anlık mutluluklarımızın kaynağını bulmada yardımcı olduğunu göstermiştir şahsen bana. zira filmi izledikten sonra genel bir kitlenin hayatlarındaki her zımbırtı için top5 listesi oluşturmaya başladığı da imdb efsaneleri arasında yer almaktadır.

filmin içindeki müziksel detaylara girecek olursak çıkamayacağız diye korkuyorum açıkcası. zira "hi-fi" nin tanımına bakanlar filmi görebilirler. bir kaset doldurmanın püf noktaları-bruce springsteen-albumleri anı sırasına göre dizmek-dükkandaki zencinin söylediği,bilgilisiniz diye milletin ağzına sıçıyorsunuz müzik konusunda sahnesi-sürekli müzik tartışmak-green day kimin özentisi sorusunun cevabı-barda oturma sahnesinin u2&bono ya gönderme olması-dükkanda çalınan belle&sebastian-rob'un giydiği yanni ve decibel tişörtleri vs. vs. vs.


Halloween


Amerikalıların bir nevi şeker bayramı diyebiliriz bu hadiseye. muhafazakar kesimler, paganlar vs. kutlanılmasına karşı çıkmaktadırlar. tabiki dünyanın her ülkesinde olduğu gibi,muhafazakar kesim tepki gösterip çarpılcaksınız allahsızlar dediğiyle kalır diğer kesimler içer-sevişir-dans eder-eğlenir. tabiki dünyanın her ülkesinde olduğu gibi böyle günlerde içmeyi-sevişmeyi-dans etmeyi-eğlenmeyi seçen o kesimler abarttığı için olay amacından sapıp ticari boyutlara girmektedir. pek tabi insanoğlu açgözlü ama salak değil(en azından bir kesimi). bu olaylar iyice ticariye döküldükten sonra popularitesini yitirmeye başlamıştır. mesela 5 yaşında bir velet artık yılbaşında camdan dışarı bakıp noel babayı ve onun hediyelerini beklememektedir. beklediği tek şey babasından alacağı yeni bilgisayar oyunu hediyesidir. veya artık 14 şubatda insanlar sevgilisine hediye aldığında sevgilisinin verdiği tepki çok salaksın ayrılalım olmaya başlamıştır.(bazıları hala hoşlanıyor bu olaydan)

her gördüğü şeyi ithal etmekte dünya birincisi ülkemizin son yıllarda yeni gözdesi halloween çok pardon cadılar bayramı olmuştur. kostümlü partiler o günde her yerleri süslemekte insanlar eğlenmektedir. türkiye'de ikamet eden insanlar kostümlerini amerikan tarzı seçmekte, yurt dışında ikamet edenler yeniçeri kostümleri kuşanmakta vs. vs. vs.

Gael Garcia Barnel


zannımca çok başarılı ithamı fazla olmaktadır bu şahıs için. yakısıklıdır taş gibidir ona lafımız yok ama oyunculuğunu değerlendirirken oynadıgı filmlere de bakmak lazım inancındayım.zira iyi bir oyuncu boktan bir senaryoyu alıp ucurabilecek kapasitedir.zira bu şahısa baktıgımda oynadıgı filmlerin hepsi buram buram kalite kokmaktadır. eşşeği baglasan o da oynardı zaten film kaliteli gibi bir anlam değil yüklemek istedigim.belki de çekemiyorum herifi.çok başarılı demeyin işte.

El Laberinto Del Fauno


guilermo del toro amcamızın 2006 yapımlı, ülkemizde 6 nisan 2007 tarihinde gösterime girmiş filmi. kendileri 6 dalda oscara aday gösterilmiştir ve 26. uluslararası istanbul film festivalinde headlistten girizgah yapmıştır.

film masal tadında başlıyor,devam ediyor ve noktalanıyor. bu masalın baş rol oyuncusu ise ufak bir kız(ofelia) . gelin görün ki; aslında hayal dünyası boyundan ve yaşından çok daha fazla bu ufak kızımızın. tabi bu cümleden çıkan filmde anlatılan herşey bir hayalden ibaret sonucuna sakın aldanmayın, çünkü film temel olarak anlatılanlardan hangisi gerçek seçimini size bırakıyor. burda tabi sevgi pötürcüğü bir insan olmakla, pesimist bir insan olmak hangi hikayeyi seçeceğinizi belirliyor.benim gibi fantastik olaylara zerre ilgi duymayan birisi bile filmdeki canavar görünümlü sevimli karaktere hayran kalabiliyorsa filmdeki görsellik hakkaten kaliteli boyutlardadır diyebiliriz. bizi ne ilgilendiyor senin fantastik olaylara ilgin derseniz, karşınızda az çok film izlemeyi seven,fantastik olayları okumayan izlemeyen,lord of the rings sevmeyen,ama bunlara rağmen bu filmi beğenmiş biri var cevabını vermeyi bir borç bilmekteyim efendim. tabi unutmamak gerekir kibu film asla bir fantastik film klasorüne katamayacağımız bir film. internette bazı sayfalarda çocuk filmi diye yorum yazanları ise,zihinsel sağlıkları açısından omega5 vitaminleri kullanmaya davet ediyorum.

filmin içeriğine dönecek olursak; ispanya'da franco zamanındaki iç savaş zamanı yaşanan olaylar ve hortlayan aşırı milliyetçi duygular,komutan karakteri aracılığı ile inceden inceden iğneleniyor. aynı anda, ufak kızımız ofelia ise kendi iç dünyası ile bir savaş içerisinde bulunmakta. bu iç savaş, ofelia'nın ben bir prensesmiyim yoksa sıradan hayatta sıradan bir veletmiyim çelişkisinin yanında, devasa masadan dayanamayıp yasak kirazı yemesi,annesinin hastalığını mistik yöntemle geçirmesi, dev kurbağa ile savaşı gibi del toro'nun ters açı ile süslediği çeşitli olaylarla aktarılıyor.

iyi sonla biten filmlere kıl olduğum için, masalın sonunda şöyle olmalıydı böyle olmalıydı diye halen kafa yormaktayım,buna rağmen genel olarak takdir ederek izlediğim bir filmdi. del toro böyle bir başarıdan sonra hellboy2 hüsranına nasıl uğradı hala anlayamıyorum orası ayrı konu tabiki. beraber çalıştığınız insanların önemi bir kez daha ortaya çıkıyor sanırım. javier nevarrete isimli şahsı bu filmden önce tanımamama rağmen, filmin enfes müzikleri sayesinde kendisine hayran kalmışımdır. filmin enfes afişinin ise kimin veya kimlerin elinden çıktığını ne yazık ki öğrenemedim bir türlü. ama del toro yanında, javier ve bu eleman(lar) da şukela'yı hak ediyorlar ziyadesiyle.

Delicatessen


jean pierre jeunet ve marc caro' nun ortaklaşa yönetmenliklerini paylaştıkları kült film. film içinde barındırdığı görsel-kurgusal-senaryo şölenleri ile beni benden almıştır. zaten film boyunca yönetmenin renk tonlamaları gözü yormadan kendinizi filmde aktarılan belli olmayan tarihte hissetmenizi sağlamaktadır. filmin içinde berbat bir kasabada berbat bir hayat sürmekte olan insanların hayatı o kadar hayat dolu bir şekilde anlatılmış ki en öküz insan bile; kötü gibi gözükebilirler ama aslında içlerinde birer iyi insan yatıyor, diye sevgi pötürcüğü hale gelebiliyor. tabiki bu sevgi pötürcüklüğünün içinde yaşadığınız koşul veya mekan ne olursa olsun değişebiliriz imalarını da unutmamak gerekir. ufacık çocuklar film boyunca yaşadıkları handa fırlamalık peşinde koşarken filmin sonunda han sular altında kaldığında damdaki müziğe eşlik etmeleri de bundan ibarettir zannımca.


film içinde envai çeşit intihar yöntemi denemesine rağmen bir türlü intiharı beceremeyen kadın kahkahalarla gülmeme neden olmuştur. kasabın körlük derecesinde görmeyen kızı başlı başına bir unsur olarak yaşam sürmekte filmde zaten. ayrıca kurbağaların-yatak yaylarının-su sesinin-doğal yollarla oluşturulan çellonun ritmleri de filmi izlerken istemsiz olarak vücudunuzun herhangi bir uzvuyla ritme katılmanıza sebep olmaktadır. en azından ben, izlerken kendimi iki elimin baş parmaklarını birbirine vururken yakaladım. fim boyunca oturup inekli kutu yaparken gördüğümüz kardeşlerin yönetmene isviçreye inceden giydirmesi fikrine şahsım adına ben de inananlardanım. troglodite kişilerinin de aynı şekilde amerika'ya giydirme çabası olduğunu belirtsem çok mu abartmış olurum acaba???

1991 yapımı olmasına rağmen bizim ülkemizde film festivallerinde halen toplist denilen yerde durması acaba bu filmin kalitesini kabul ettiğimizden mi yoksa biraz geriden takip ettiğimizden mi onu da merak etmeden duramıyorum tabiki.

sonuç itibariyle her yönüyle şukela bir filmdi.